IQNA

Dini Bir Kavram Olarak Zühd

12:12 - May 13, 2023
Haber kodu: 3480268
Zühd kavramı tasavvufta çok önemli bir yere sahiptir, hatta tasavvufun çıkış noktasıdır, en temel kavramıdır denilebilir. Öyle ki tasavvuf tarihinin ilk iki asrı zühd dönemi olarak adlandırılmıştır.

Araştırmacı yazar Eda Günay'ın "Tasavvufta zühd kavramı" üzerine kaleme aldığı yazıyı Uluslararası Kur'an Haber Ajansı (IQNA) olarak okurlarımızla paylaşıyoruz:

Zühd kelimesi sözlükte bir şeye rağbet etmemek, ondan uzaklaşmak, terk etmek gibi anlamlara gelmektedir. Bu bağlamda malı az olan kimseye müzhid, yemeği az yiyene zâhid, az olan şeye zehîd, dünyadan her bakımdan uzak olmaya zehâdet denir. Zühd kavramı Kur’an-ı Kerim’de geçmemekle birlikte Yusuf Sûresi 20.ayette Hz. Yusuf’u kuyudan çıkaranlar için, ona pek fazla değer vermemeleri sebebiyle zâhid kelimesinin çoğulu zâhidîn kullanılmıştır. Ancak her ne kadar zühd kelimesi kavram olarak Kur’an’da bulunmasa da içerik olarak yer almaktadır. Bu bağlamda pek çok ayette dünya hayatının oyun ve eğlenceden ibaret olduğu, geçiciliği ve ahiret hayatı yanında kıymetsizliği vurgulanmıştır. Yine Hz. Peygamber’in hadis-i şeriflerinde bu kavramdan türetilmiş sözcüklere rastlanılmakta ve hayatını da bir zâhid olarak yaşadığı görülmektedir.

Zühd, ilk Müslümanların önemli özelliklerinden biri olmakla birlikte daha önceki peygamberlerin ve ümmetlerinin de özellikleri arasında bulunmaktadır. Gönderilen bütün peygamberlerin mesajları incelendiğinde ortak noktalardan birinin de dünyaya gereğinden fazla değer vermeme, yaşamını sürdürecek kadar ondan istifade edip fazlasını arzulamama olduğu görülmektedir. Kur’an-ı Kerim’de anlatılan kıssalar incelendiğinde de dünya sevgisinin pek çok olumsuzluğun müsebbibi olarak anlatıldığı görülmektedir.  Bu bağlamda Hz. Adem’in oğulları Habil ile Kabil’in arasındaki problemin kaynağı, Firavun’un Hz. Musa’ya iman etmemesi, Karun’un helak olması gibi olayların sebebi de işte bu dünya sevgisidir.

Kur’an-ı Kerim’de insanın yaşadığı coğrafi yer olarak arz kelimesi kullanılmış, dünya kavramı ise daha çok dini ve ahlaki bir terim olarak ifadelendirilmiştir. Kur’an’da dünya hayatının aşağılığından bahsedilirken burada üzerinde yaşanılan yeryüzü değil, ahireti unutarak yaşanılan hayat kastedilmektedir. Çünkü Kur’an yaratılış amacı olan kulluğu ve ahireti unutturmayan bir dünya yaşamını meşru görmektedir. Yani dünyada mutlu bir hayat yaşamak, refah içinde olmak ahiret mutluluğuna engel değildir ve ahirette mutlu olmak için dünyadan tamamen vazgeçmek gerekmemektedir. Bu bakımdan Kur’an’da pek çok ayette dünya ve ahiret hayatı birlikte anılmış ve insana hem dünya hem de ahirette iyilik istemesi tavsiye edilmiştir.

Tasavvufta Zühd Kavramı

Zühd kavramı tasavvufta çok önemli bir yere sahiptir, hatta tasavvufun çıkış noktasıdır, en temel kavramıdır denilebilir. Öyle ki tasavvuf tarihinin ilk iki asrı zühd dönemi olarak adlandırılmıştır.

Hz. Peygamber’in vefatının ardından İslam topraklarının fetihlerle genişlemesi, elde edilen ganimetlerle birlikte Müslümanların zenginleşmesi halkın daha iyi şartlarda yaşamasına vesile olmuş ve insanlar eskisine göre daha refah içerisinde bir hayat sürmeye başlamışlardır. Bu durumun bir neticesi olarak da insanların dünya hayatına ilgi, alaka ve rağbetleri artmaya başlamıştır. Bütün bunlar toplumun bazı kesimlerinde aksi bir reaksiyona sebep olmuş, Hz. Peygamber dönemindeki sadeliği arayan bu kesim bir tepki olarak insanlardan uzaklaşıp, tenha yerlerde yaşamaya, dünyaya hiç rağbet etmemeye, hatta bir kısmı herhangi bir meslekle uğraşmaktan dahi uzak durmaya başlamıştır. İlerleyen zamanlarda bu kişilerin artması ile birlikte tasavvufun zühd dönemi denilen ferdi zühd hareketlerinin olduğu dönem başlamıştır.

Sûfîlere göre zühd Hak Teâlâ dışındaki her şeyden ilgi ve alakayı kesip yalnızca O’na yönelmektir. Sûfî olmayanlar zühdü dünya nimetlerinden zaruri miktarda faydalanmak olarak ifade ederler. Ancak sûfîler bu tanımı eksik bulup kabul etmezler. Onlara göre aslolan kalbi masivadan kesmektir. Yani dünya nimetlerinden faydalanılsa bile gönlü bunlarla meşgul etmemektir. Daha da net bir ifadeyle kişinin zihnini ve gölünü Bir’e teksif eylemesidir. Onlara göre gerçek zahid bitün dünya onların olsa buna sevinmeyen, tüm varlığı yok olsa buna da kabinde zerre miktarı üzüntü duymayan kimsedir. Bu durumu pek çok sûfî sözlerinde ve şiirlerinde dile getirmiştir. Bu sûfîlerden Yûnus Emre:

“Ne varlığa sevinirim,

Ne yokluğa yerinirim.

Aşkın ile avunurum;

Bana seni gerek seni.”

şiiri ile gerçek zühdü en güzel şekilde ifade etmiştir. İlk zâhidlerden olarak anılan ve Allah aşkını ilk dile getirenlerden biri olan Rabiatü’l-Adeviyye de “Allah’ım yıldızlar parladı, gözler uyudu. Padişahların kapıları kapandı, Senin kapın ise yalvaranlara açık. Allah’ım, efendim, dünyada olan nasibimi kâfirlere verdim, âhirete ait olan nasibimi günahkâr mü’minlere verdim. Dünyadan ancak zikrini istiyorum. Ahirette de ancak cemâlini arzuluyorum. Allah’ım, belâlar içinde değilim, belâlardan da şikâyet eder değilim. Arzum, Sen’den ne kudret helvası ve ne de bıldırcın etidir. Eğer bana dünya ve ahireti bağışlasan ben bunlardan razı olmam. Ancak Mevlâmın cemâlini görmek isterim ve ondan razı olurum.” duası ile zühd ehli bir kimsenin tavrını en açık şekilde ortaya koymaktadır.

Sûfîlere göre zühd, dünya nimetlerinden zaruret ölçüsünde yararlanmak olan “kanaat” kavramından farklıdır. İbn Sina zühdü ikiye ayırmış ve ilk kısımda ahiret metaı gibi bir karşılık amacıyla dünyadan yüz çevirenlerin zühdünü zikretmiş, âriflerin zühdü dediği ikinci kısımda ise herhangi bir karşılık beklemeksizin Hakk Teâla dışındaki her şeyden yüz çevirenlerin zühdünü anmıştır.

Sûfiler zühdü çeşitli aşamalarda incelemişlerdir. Onlara göre her zahidin zühdü birbiri ile aynı değildir. Sûfînin seyr-i sülûkundaki ulaşmış olduğu makam ve içinde bulunduğu hal onun zühdüne da yansımıştır. Yani kimin neye meyli varsa ondan rağbeti kesmesi onun zühdüdür. Sufilerin bir kısmı zühd ile rıza kavramlarını da ilişkilendirmişlerdir. Onlara göre kadere ve Hak Teâlâ’nın kendisine takdir ettiği şeylere rıza gösteren var olanla kanaat eder ve olmayana tamah duygusundan arınarak bir bakıma elinde olmayan şeylere yüz çevirmiş olur. Bu durum da aslında zühdün bir boyutudur. Zühdün bir başka boyutu ise kişinin elinden çıkan dünyalık için üzülmemesi hatta sevinmesidir.

Sûfîlere göre her ne kadar zühdün ilk adımı maddi olarak dünyadan uzaklaşmak olsa da asıl zühd dünyayı kalpten uzaklaştırmaktır. Bu bağlamda kişinin varlıklı olması, refah içinde bulunması, çok mala sahip olması onun zâhid olmasına engel değildir. Önemli olan bu dünyevî nimetlere karşı kalpte bir sevgi ve bağlılık hissetmemek, yokluğunda üzüntü duymamaktır. Bu bakımdan zühd, zihni ve kalbi yalnızca Hak Teâlâ ile meşgul etmek olarak ifade edilebilir. Nitekim sûfîler bu durumu delillendirmek için Hz. İbrahim’i örnek verirler. Bilindiği üzere Hz. İbrahim kendisine Allah tarafından çokça mal verilen bir peygamberdir. Ancak ona verilen bu dünyevî nimetler onu Hak Teâlâ’dan gafil kılmamıştır. Hatta istenildiğinde öz evladını dahi kurban edebilecek kadar kalbinden dünyalığı çıkarmıştır. İşte gerçek zâhidin takınması gereken tavır da budur. Hz. Mevlânâ da zühdün tarifini yaparken bu mevzuya değinmiştir: “Dünya nedir? Dünya Allah’ı bilmemek, Allah’tan gafil olmaktır. Yoksa kumaş, para, kadın ve evlad değildir.”

captcha